top of page

Suya Mektup

  • Yazarın fotoğrafı: Eray Yıldız
    Eray Yıldız
  • 27 Kas 2024
  • 5 dakikada okunur


ree

Kırk sekizinci yaşının içinde, ömrü boyunca kaçıncı kez okuduğunu unuttuğu kitabını usulca kapatıp gözlüklerini masanın üzerine bıraktı. Hep aynı soru, hep aynı muamma bulandırırken zihnini, camın kenarına gelip yağmuru izlemeye başladı. Daha önceden de defalarca olduğu gibi kendisini uzun uzun düşündüren hangi suyun sakasıyım Yâ Rabbelalemin¹ mısraına gelmişti. Yol gitmek ile yolcu olmak arasında denizle dalgası kadar fark vardır. Yolcu olmak, deniz; yol gitmek ise dalgadır, derdi hep ve ardından eklerdi: Yaşamak, yol gitmektir; yaşatmak ise yolcu olmaktır. Yaşarsın, gün geçer; yarın daima dün olur. Dalga gibi bir vakit gelir, başlar; bir vakit gelir, biter. Oysa yaşatmak, o başkadır. Kendini yaşatırsın. Bir güle su verir, onu yaşatırsın. Bir kediye yemek verir, onu yaşatırsın. Bir şiir okur, onu yaşatırsın. Bir insana el verir, onu yaşatırsın. Uzar gider, işin özü bir şeye kendini verir hem kendini hem onu yaşatırsın. Deniz gibi, bin bir mahlûk nasıl yaşarsa içinde öyle yaşatırsın. Gözünü kapayıp açmaya vakit kalmayacak kadar kısadır ömür, ya sadece bakanlardansın ya da görenlerden. Şimdi düşündüğü bu şeyleri yıllarca kim bilir kaç kere anlatmıştı. Bazen dost meclislerinde dostlarına bazen sınıflarda öğrencilere bazen kendi evlatlarına bazense yıllar sonra ziyaretine gelenlere… Öylece dalıp gitmişken eşinin okuduğu kitaba baktığından habersizdi. Eşi, kitapta kaldığı yeri açmış, okumuş; sessizce girdiği odadan sessizce çıkmıştı. Biraz sonra geri gelen eşinin geldiğini fark etmiş, ona dönmüştü. Eşi: “Bey, seninle tanıştığımız zamanlar ile bu mısraın altını çizdiğin zamanların denk düştüğünü söylersin hep, yine aynı mısradasın.” deyince o da eşine “Nihân’ım, sadece yine aynı mısrada değilim bilmez misin? Sen o vakitlerde de ruhumun denizindeki istiridyeye düşüp ruhumda inciler dizendin, şimdi de öylesin. Ben hem o mısradayım hem sende.” demişti. Eşinin adı Nihân değildi ama o eşine Nihân’ım diye hitâp ederdi hep. Nihân; gizli, gizlenmiş olan demekti. Sen benim gönlüme gizlediğimsin, derdi. Ufak bir gülüşmenin ardından eşi, kitaplığın orta raflarından birinden bir ayraç alıp “Bunu hatırlıyor musun?” diye sordu. Hatırlamaz olur muydu ya, yıllar önce bu kitabı ilk okuduğunda kendi elleriyle yaptığı ayraçtı bu. Bir vakitler kendi ayraçlarını kendisi yapardı. O zamanlar yaptığı ayraçların bir yüzüne minyatürlerden kestiği bir kısmı koyar, diğer yüzüne de bir şeyler yazardı. Bu ayraç ise diğerlerinden farklıydı, bunu özel olarak kendisi hazırlamıştı. Minyatür olan yüzü bizzat kendisi yapmış, diğer yüze ise kendine ait bir mısra yazmıştı. Yaptığı minyatürde önlerinde rahle olan üç öğrenci ile onların sağ tarafında oturan birisi vardı. Minyatürü yaparken, bildiği kadar minyatür geleneğini aksettirmenin yanında gelenek dışı birkaç şeyi de eklemişti. Minyatürdeki öğrencilerin yüzleri sağ tarafta oturan kişiye dönük, ona bakmaktaydılar. Boyut olarak sağ tarafta oturan kişiyi görece daha büyük yapmıştı çünkü onun diğerlerine ders veren kişi olduğu izlenimini uyandırması gerekmekteydi fakat asıl göstermek istediği bu değildi. Minyatürde öğrencilerin gözlerinin açıkça belli iken Hoca’nın gözleri adeta yok gibiydi. Amacı, derindi; idrâk için bir de ayracın diğer yüzüne yazdığı mısraı okumak gerekliydi. Mısra bir beyitti. Eşinden, “Nihân’ım, yazdığım mısraı okur musun?” diye rica edince eşi ezberinden mısraı okudu: “Tezyin edesin gönlünü gönlün güle varsın/Güllerde nihân inciyi âmâ bulasın.”. Tezyin, süslemek demekti. Eskiden süslemeye tezyin etmek derlermiş. Nakkaşlar, tezyin ederlermiş. Böyle bakınca yaptığı minyatür anlamını tamamlamaktaydı. Tezyin etmekten âmâ olmuş bir nakkaş ve onun yanında oturan öğrenciler. “Hatırlar mısın?”, dedi eşine; “Hatırlar mısın Nihân’ım, seninle yıllar önce Topkapı Sarayı’nın bahçesinde insanın gönlünü süslemesi üzerine konuşmuştuk. İnsan gönlünü süslemeliydi, süslemeliydi ki ömrü sadece yola gitmek olmasın, yolcu olmak olsun. Yaşamak olmasın, yaşatmak olsun. Dalgalar gibi var olup sonra hemen yok olmaktansa deniz gibi olabilsin.” Eşi, “Hatırlamaz olur muyum, hatırlamamak mümkün mü? Mevsim kıştı ama yazı aratmayacak bir hava vardı, sıcacık. Adeta o nakkaşların, hattatların, şairlerin devletinin ihtişamının son zamanlarını hatırlatırcasına bir ikindi güneşi. Ağaçların arasından sızan güneşe bakıp o gün bana ‘Güneş’e baksana, bugün adeta Osmanlı’yı hatırlatırcasına bizimle beraber.’ demiştin.”. Ardından da “Tanpınar haklıymış. Cetlerimiz inşa etmiyor, ibadet ediyorlarmış. Maddeye geçmesini istedikleri rûh2, maddeye geçiyormuş. Onların ibadet edercesine yaptıkları inşâ, şimdi yıllar sonra bugün bizi derin bir haletiruhiyeye sokuyor.” demiştin. Ardından eşine dönüp, “Nihân’ım, daha dün gibi bütün bunlar, oysa nereden baksan yirmi beş yıl geçti. Sanırım insanın zamanın böylesi hızlı aktığını anlayamamasının sebebi içinde yaşarken geleceği bilememesi ama bir vakit sonra geçmişi, dün gibi hatırlayabilmesi olsa gerek. Sahi, sence bunca zaman sonra tezyin oldu mu gönlümüz, inşâ ettiğimizin ruhuna zerre miktarı da olsa dokunabildik mi?” diye sordu. Bu sefer camdan dışarıya eşi dalıp gitmişti. Önce yüzünün gördüğü yanında gözlerinin kenarlarındaki kırışıklık ince bir titredi ardından konuşmaya başladı: “Yirmi beş sene önce Topkapı Sarayı’na gitmiştik. Sen öğretmenliğe başlayalı henüz yarım dönem geçmişti. Tam yirmi beş buçuk sene geçmiş. Çok geceler niçin uykusuz kaldığını, gecenin bir vakti kalkıp alelacele gittiklerini ne sen unutabilirsin ne ben. Kapı kapı gezdiğini bilirim. Senin uykusuz kalıp kalıp düşündüğün insanlar, alelacele yardımına koştuğun insanlar, kapı kapı gezip elini uzattığın şimdi kim bilir nerede senin yaptıklarını yapan o insanlar, senin öğrencilerin değil miydi? ‘Kalbimi tezyin edebildim mi?’ diye soruyorsun bana. Tezyinin sonu var mıdır? Kaldır başını bak göğe. Var mı sonu? Kalbini tezyin ettin, demem sana ama sen yolcu oldun. Hâlâ daha yolcusun. Yolcu oldun ya daha ne diyebilirim ki? ‘İnşâ ettiğimizin

1 Özel, İsmet. Münacaat, Bir Yusuf Masalı.

2 Tanpınar, Ahmet Hamdi. Beş Şehir.

ruhuna zerrece dokunabildik mi?’ diye soruyorsun. İnşâ etmek güzel bir kelime sen de biliyorsun. Farklı birkaç anlamı var. Herkesin bildiği, sıklıkla kullandığı anlamı malum. Ama kısıtlanmış, daraltılmış. Bir binayı inşâ edersin, bir güle su verince onu inşâ edersin, bir kediye yemek verince onu inşâ edersin, bir insana el verince de onu inşâ edersin. Hepsini yaptın, ben şahidiyim. İnşânın bir diğer anlamı yazmak, kaleme almak. Yazana, kaleme alana da münşî derler ya. Yazar yani. Yazdıklarına da münşeât. Üniversite yıllarına ait bir anın vardı. Bir gün bir hocanız, ‘Çocuklar, sizler bizim bu topraklara gönderdiğimiz zarflarsınız. Size bir şeyler yazmak için bunca emekler verildi. Siz bizlerin mektuplarısınız.’ demişti. Sen de hep bir mektup olduğunu söylerdin. Fakat bu kadar değil. Sen nasıl bir mektup olduysan bir o kadar da münşî oldun. Zerresini, miktarını Allah bilir ama oldun. Yirmi beş buçuk sene adeta bir mektubu yazarcasına öğrenciler yetiştirdin. Pek çoğu şimdi bir yerlerde hem senin inşâ ettiğini başkalarına taşıyor hem kendileri inşâ ediyor.”. Eşi sözlerini bitirdiğinde çalışma odasına dolan sessizliği yine eşi bozdu: “Okuduğun kitapta altını çizdiğin o mısraın olduğu yerden ötesine bu sefer geçebilecek misin?”. “Bilmiyorum; ötesini okumak mesele değil ki. Ben o mısrada takılıp kalmış değilim ki. Ben o mısraı hakkıyla cevaplayabilip cevaplayamayacağım da kalmışım.”, diye cevap verince eşi, “Allah sana, tarih boyunca yaşamış binlerce öğretmen gibi “inşâ edilen, münşeâtı taşıyan ve münşî olup inşâ edenlerin gelip geçtiği suda olmayı nasip etmiş Bey. En iyisini muhakkak Allah bilir, şairin sorusunu cevaplamak benim ne haddime. Sorunun muhatabı zaten ben değilim, olamam da. Benim sana diyeceğim, sen gönlün güllere varsın diye gönlünü tezyin etmeye yıllarını verdin. Nisan yağmuru denize düşünce istiridyelerin içinde inciler olur. Sen yeri geldi nisan yağmuru oldun, yeri geldi istiridye oldun, yeri geldi inci oldun. Senden önce seninle bir mektubu yazanlar gibi sen de yüzlerce, binlerce mektup yazdın. Diğer binlerce öğretmenlerin yaptığı gibi.” dedi.

Okulun bitiş zili çaldı. Sanki zil hiç çalmamış gibi yerinden kıpırdamadan gözlerinin içine bakan öğrencilerine dönerek “Ben ve siz hepimiz birer mektubuz. Yazıldık ve yazılmaya devam ediyoruz. Vardığımız yeri tezyin etmeyi unutmamak gerek.” deyince sınıf kapısı tıklandı. “Gel!” cümlesini kurduğunda sınıf kapısı aralandı ve birisi usulca bir adım ilerleyerek “Öğretmenim, öğretmen olan birkaç mektubunuz geldi. Girebilir miyiz?”. dedi.

Eray Yıldız

Kommentarer


  • Instagram
  • Facebook

Don't miss the fun.

Thanks for submitting!

© 2035 by Poise. Powered and secured by Wix

bottom of page